Sunday, September 2, 2012

Tuğamiral Nadir Hakan ERAYDIN


VEDA
 
Mezunu olmaktan gurur duyduğum Harp Akademilerinin 1847 yılındaki ilk Komutanı ve sonrasındaki  Osmanlı döneminin  Bağdat ve Diyarbakır Valisi; Bahriye Nazırı ve Milli Savunma Bakanı büyük dedem Abdülkerim Nadir Paşa ile başlayan ailemin askerlik geleneği ile gurur duyarak yaklaşık 35 yıl önce bu ocağa katıldım. Mustafa Kemal Atatürk’ün silah arkadaşı ve çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin temellerinin atılmasında dava arkadaşı olma onurunu yaşantısı boyunca taşıyan dedem Miralay Halit Hilmi Bey ile süren ve babam Albay Zeki ERAYDIN ile bana ulaşan bu aile geleneğini her bir anından büyük bir keyif alarak gururla sürdürdüm.

Türkiye Cumhuriyetinin şerefli ve onurlu bir Amirali olarak görevimi 30 Ağustos 2012 tarihi itibarıyla tamamladım.  Üzerinde en küçük bir leke bulunmayan bembeyaz üniformam torunlarıma bırakacağım en önemli mirasımdır. Umuyorum, onların içinden de bu kutsal ocağın bir ferdi olmayı arzu edenler çıkacaktır. Silahlı Kuvvetler ile gönül bağım yaşadığım sürece devam edecek, her zaman olduğu gibi bir Mehmetçik ile karşılaştığımda içim hep titreyecektir. Eğer bu dava ile başıma gelenlerin Silahlı Kuvvetlerimizin ve ülkemizin geleceğine en küçük bir katkısı olduysa veya olacaksa hakkımı tamamen helal ediyor, Silahlı Kuvvetlerimize şan ve gurur dolu bir gelecek diliyorum.  


 (E) Tuğamiral Nadir Hakan ERAYDIN
 30 Ağustos 2012
 Hasdal

Friday, August 31, 2012

Koramiral Kadir SAĞDIÇ - ARZ-I VEDA

ARZ-I VEDA

30 Ağustos 2012 tarihi itibariyle 6 yılını Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu öğrencisi, 40 yılını ise Deniz Subayı olarak şerefle, lekesiz ve tertemiz bir şekilde taşıdığım üniformamı çıkarıyor ve gönüllerdeki emanete teslim ediyorum.
1966 yılında Büyükçekmece kumsalından Heybeliada’ya giderek başladığım ve her anı sonsuz güzellik dolu bahriye ve uygarlık serüvenimi çevremdeki seçkin Bahriyeliler ile birlikte HASDAL’da, daha doğru ifadeyle TCG HASDAL’da noktalıyorum.

Sınırlı olan ömrümün ülkeme en verimli olacağım, en birikimli ve en değerli 18 ayını, gericilerin, aydınlıktan korkanların ve basiretsizlerin dış egemen güçlerle yaptığı işbirliği ve ihaneti sonucunda fiziken tutsak olarak geçirdim.  Bunun da ötesinde, profesyonel bir denizci ve asker olarak geliştirdiğim bilgi birikimimin gelecekte ulusal ve uluslararası ortamda ülkemiz çıkarlarına olası katkıları bu tutsaklık sürecimle birlikte engellenmiş oldu.

Tutsaklık günlerimde de Ulu Önder ATATÜRK’ün her Türk gencine vasiyeti özelliğindeki, ne yazık ki bugünlerde unutturulmak istenen “Gençliğe Seslenişi”, göreve ve Cumhuriyete bağlılığımda her zaman olduğu gibi ilham ve enerji kaynağım, meslek yaşantımın temel kılavuzu oldu. Beni her zaman ruhen özgür kıldı.  Platon, “Beden, ruhun tutsak olduğu bir hapishanedir” demiş.  Aslında Platon’un dediğinin tam tersini yapabilenler yaşamda başarılı ve mutlu olacaklardır.  Yani, beden nerede tutsak olursa olsun, ruh her zaman özgürdür.   Biz Bahriyeliler gemilerde ve denizaltılarda böyle yaşarız.  Bedenimiz çelik dar bir hacımda iken bile ruhumuz enginlerde, ailemizin yanında, evrenin her yerinde, ülkemizin güzel yarınlarındadır.  Her türlü şartta yaşamaya alışık olduğumuz için HASDAL tutsaklarının ruhları hapsedilemedi, tam aksine yüceldi.  İçinde bulunduğumuz durum ne olursa olsun yılmadık, hukuksuzluğa ve adaletsizliğe karşı bir avuç aydın insan, yürekli ailelerimiz ve savunmanlarımızla birlikte komploculara ve onları kollayan bazı organlara karşı onurlu bir mücadele verdik.  Bu esnada bazı mağdurlar bu menfur iftiraları gururlarına yediremeyip intihar ettiler.  Birçok tutuklu sağlığını yitirdi ve birçok aile yakınını kaybetti.

Sonuçta, ülkeyi kendi iktidar hırsları ve çıkarları için karanlığa sürüklemek isteyenler gün gibi ortaya çıktı; hukuksuzluk tescil edildi ve siyaset mekanizması bu çıkmaz yoldan geri dönüş için arayışa girdi.  Tam umutlanmak için bir nefes alınırken, son Askeri Şura Kararları, masumiyet karinesi hiçe sayılarak bir tasfiye niteliğine dönüştü; bizleri derinden yaraladı; ülkemizin yakın geleceği için sağduyulu herkesi endişelendirdi.  Özellikle Deniz Kuvvetleri, birçok amiralini ve liyakati yüksek ve üstün teknik ve taktik nitelikli subayını kaybederek yönetim ve liderlik kadrosunda yıllar, belki de nesiller boyu hissedeceği büyük bir tırpan yedi.
Özel Yetkili Mahkemeler üzerinden 2008-2012 yıllarında yoğunluk kazanan davalarla anılacak bu dönem, Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli sıkıntılara girdiği ve karanlıklara çekilmek istendiği bir süreç olarak tarihteki yerini alacaktır.  Ancak ben, Cumhuriyetin yetiştirdiği milyonlarca gencin Ata’sının çizdiği çağdaş uygarlık yolundaki değerlere bağlı enerjisi sayesinde bu sıkıntılı dönemi kısa sürede atlatıp daha aydınlık günlere ulaşacağımızdan eminim.

Gelinen noktada “doğru tarafta” olduğum için huzurluyum.  Tanrıma şükürler olsun, bana dünyanın en güzel mesleğini dünyanın en güzel ülkesinde yaşattı, hiçbir zaman pişmanlık ve hicap duyacağım bir şey yaptırtmadı.
Selanik’ten 1924 mübadelesinde gelen bir ailede 1952 yılında Cumhuriyet çocuğu olarak doğdum.  Cumhuriyet okullarında yetiştim, Deniz Kuvvetlerine, ülkeme ve yurttaşlarıma hizmet ettim.
Hizmette bulunduğum süre zarfında, Deniz Kuvvetleri’nin büyük atılım sürecinde önemli görevler üstlendim. Bu sürecin her aşamasında, gençlik yıllarımda aldığım ihtisas ve yüksek lisans eğitimlerinin de semeresini verecek şekilde aktif olarak görevler yaptım.  Onurla ve gururla, yükselen yapının her bir tuğlasında doğrudan ya da dolaylı enerjimi ortaya koydum.  Genelkurmay Başkanlığı, Deniz Kuvvetleri karargâhı ve bağlısı Komutanlıklarda Komutan seviyesine kadar çeşitli görevlerde bulundum.  Mesai arkadaşlarımla birlikte Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve özellikle Deniz Kuvvetlerinin gelişimine somut katkılarım oldu.
Mesleğimde Amirallik seviyesine terfi ettirildim.  Özellikle Gemi Komutanlığı, Komodorluk ve Amirallik görevlerimde edindiğim temel değerlere ve ilkelere bağlı kalarak ve her zaman örnek olmaya özen göstererek komutanlık yaptım.  Bu süreçte, gelecekte yerimizi alacak binlerce öğrencimizin ve genç subay / astsubayımızın çağdaş normlarda ve erdemli yetişmeleri için eğitim sisteminin geliştirilmesine özel önem verdim.  Sözde değil, özde insan odaklı çalıştım.  Takdir, yüce Türk milletinin ve mesai arkadaşlarımındır.
Beni yetiştiren Bahriyeye ve ilkokuldan itibaren üzerimde emeği olan tüm öğretmenlerime, erdemli ve önder nitelikli büyüklerime minnettarım, onları şükranla ve sevgiyle anıyorum.

Beni en sıkıntılı yıllarında hiçbir şey esirgemeden yetiştirip vatan hizmetine emanet eden ve bir ömür boyu hasretimi çeken Annem Ayşe SAĞDIÇ’a ve Babam Mehmet SAĞDIÇ’a; iki güzel çocuğu çok iyi yetiştirerek ülkemize kazandırdığı, meslek yaşantımın her türlü zorluğuna katlandığı, ailemi ve Bahriyeyi yurt içinde ve yurt dışında mükemmel bir şekilde temsil ettiği için, hayatımın her anında yanımda hissettiğim hayat arkadaşım ve sevgili eşim Selver SAĞDIÇ’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Evlatlarım Serap ve Sarp ile damadımız Evren’i, ulusal ve evrensel değerlere saygılı birer vatandaş olarak üzerlerine düşen görevleri özveriyle yapabilecek düzeyde kendilerini yetiştirdikleri için ayrıca kutluyorum.
Kardeşlerim Cemil-Emine’ye, dünürlerim Doğan-Hülya’ya ve ailelerine, Emir Subay ve Emir Astsubaylarım ile ailelerine, meslek yaşamımızda beraber görev yaptığımız, lojman paylaştığımız, acı-tatlı günler yaşadığımız tüm komşu ve arkadaşlarımıza bizlere gösterdikleri anlayış ve dostluklar için sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Ben, Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı Gazisi Kavalalı Emin Çavuş’un torunu, TCG AYANCIK Varda Bandrası Mehmet SAĞDIÇ’ın oğlu Amiral Kadir SAĞDIÇ… Zorlukları aşan Cumhuriyet nesilleri içinde yetiştim ve kendim de birçok bahriyeli yetiştirdim.  30 Ağustos 2012 tarihinden itibaren Bahriyeden resmi olarak ilişiğimi kesiyor ve bu onurlu bayrağı bizlerden devralacak gençlere sesleniyorum: Denizleriniz sakin, pruvanız neta olsun.  Sizlere güveniyorum. Dualarım her daim sizlerle olacaktır.

Meslekteki son sözümü, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ten esinlenerek söylüyorum: ”Bizim değersiz bedenimiz elbet bir gün toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır.”

Koramiral Kadir SAĞDIÇ
30 Ağustos 2012
Hasdal
 

(E)Tümamiral Fikret Güneş - ÖZEL YETKİLİ YAŞ KARARLARI


ÖZEL YETKİLİ YAŞ KARARLARI
2011 Ağustos ayında Kuzey Görev Grup Komutanı (eski ismiyle Harp Filosu Komutanı) olarak atandığım yeni görevime katıldım. Ancak, hemen ertesinde BALYOZ davası kapsamında ifade vermek üzere Beşiktaş Adliyesine çağırılarak, aynı gün çıkarıldığım Özel Yetkili Mahkeme tarafından tutuklandım. 21 Eylül 2011 tarihinden beri haksız ve hukuksuz bir şekilde Hadımköy Askeri Ceza ve Tutukevi’nde bulunmaktayım.
Son YAŞ kararları ile diğer 37 General/Amiral ile birlikte kadrosuzluk nedeniyle emekliye sevk edilmiş bulunmaktayım. İçinde bulunduğumuz bu süreç başından itibaren doğru olarak yönetilemediği için sonuçlarının da farklı olması beklenemezdi. TSK’nın, tüm bu davalarda mağdur olan personelini nasıl yalnız bıraktığını gördüğüm için emekli olmaktan dolayı üzüntü duymuyorum. Tam aksine, ettiğim yemine bağlı kalarak 40 yıldır şerefle taşıdığım bu üniformamı, doğru tarafta bulunarak, lekesiz ve tertemiz çıkardığım için onur ve gurur duyuyorum.
Ancak beni üzen, emirlerinde sadakatle görev yaptığımız, birlikte birçok güçlüğe göğüs gerdiğimiz, suçsuzluğumuzu bilen Komutanlarımızın, silah arkadaşlarının haklarını korumaları gerekirken bu komploları kuranların amaçlarına hizmet ederek, tamamen iftiralara dayanarak ahlaksızca yürütülen bu tasfiye operasyonuna onay vermeleridir.
Emeklilik kararlarından daha vahim olan ise, 2010 YAŞ’ından itibaren terfi şansı yüksek çok başarılı subayların haklarında düzenlenen sahte belgeler ve üzerlerine atılan iftiralarla tutuklanmaları – ya da ifadeye çağırılmaları – sonucu değerlendirme dışı kalmalarının sağlanmasıdır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin çok iyi yetişmiş, mesleğinde başarılı çok değerli General, Amiral, Subay ve Astsubayları sahte belgelerle darbeci, terörist ve casus olarak ilan edilmektedir. Bu sene de özellikle İzmir bölgesinde başlatılan sözde Askeri Casusluk ve Fuhuş operasyonları ile terfi sırasındaki çok sayıda Denizci Kurmay Albay devre dışı bırakılmıştır.  Bu filim her sene YAŞ öncesi dönemde tekrar oynatılmakta ve Komutanların seçim şansı kalmamaktadır. Bu gerçeği görmemek için kör olmak gerekir.
Bizler, değil tutuklanmayı, yargılanmayı bile hak etmediğimiz halde, dava sürecinde suçsuzluğumuzu en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ispat etmiş bulunmaktayız. Buna rağmen mahkeme tutukluluğun devamı kararlarında ısrar etmekte ve adil yargılanmaya yönelik tüm taleplerimizi geri çevirmektedir. Hakkımızda delil olarak ileri sürülen dijital verilerin sahteliğini, gerek yurtiçindeki saygın üniversitelerimizden, gerekse Amerika ve Almanya’daki Adli Bilişim Kurumlarından aldığımız bilirkişi raporları ile ortaya koymuş olmamıza rağmen, mahkeme bu raporlara itibar etmemekte ve mahkeme tarafından belirlenecek bir bilirkişiye gitme taleplerimizi kabul etmemektedir. Yargılanmakta olduğumuz Özel Yetkili Mahkemelerin hukuk dışı uygulamaları yasama organı tarafından da teyit edilmiş ve son yapılan yasal düzenlemelerle, ellerindeki davalar sonuçlandıktan sonra (bu da başka bir hukuksuzluk örneği) kapatılmalarına karar verilmiştir. Böyle tartışmalı bir yargılama süreci devam ederken YAŞ tarafından alınan bu emeklilik kararları hukukun en temel ilkelerinden biri olan masumiyet karinesinin açıkça ihlal edilmesidir. Bizler, her türlü kurumsal destekten yoksun olarak, Özel Yetkili Mahkemelerde adil bir yargılanma için hukuk savaşı verirken, şimdi Özel Yetkili YAŞ kararları ile yargısız olarak infaz edilmiş bulunmaktayız.
Tüm bu haksızlıklar karşısında sadece bizler değil ailelerimiz de geri dönüşü olmayan maddi ve manevi kayıplara uğruyor ve mağdur oluyorlar. Bu nasıl bir vefasızlıktır!
Sözün bittiği yerde bunlardan sorumlu olanları tarihin ezeli ve ebedi yargısına teslim ediyorum.
                                                                                                                                                                                                                                                         Fikret Güneş                                                                                                                                    (E)Tümamiral                                                                                                                                           30 Ağustos 2012                                                                                                                             Hadımköy/İstanbul                                                                                                

Sunday, August 12, 2012

CEM GÜRDENİZ


  Annesi'nden Cem GÜRDENİZ'e;



36 sene once 43 yaşında vefat eden merhume Rahime Gürdeniz, 1972 senesinde Deniz lisesi'ne girdiği yıl  oğlu Cem  Gürdeniz'e liseye giriş hediyesi olarak  bu şiiri yazmıştır. 

Gönlü vatan ve  deniz sevgisiyle dolu olan merhumenin  vatan ve deniz temalı bir cok şiiri bulunmaktadır

BARBAROS’UN TORUNU
Geniş omuzlarının üstündeki başını
Daima dik tut oğlum
Sana emanet olan bu güzel hür vatanın
Etrafını çeviren, bu parlak coşkun deniz
Senindir oğlum senin….
Ataların bıraktı bu kutsal armağanı,
Kanın canın gitmeden sakın verme yarını
Bu mavi su senindir, bu sonsuz umman senin
Bayrağını koşturmak şimdi senin görevin,
Barbaros’u düşün de göğsün gururla dolsun
Ne mutlu sana oğlum, sen onun torunusun


1972 yılının Ağustos ayının ilk haftasında Deniz Lisesi öğrencisi olarak, 14 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi-TCB’nin bir denizcisi oldum. Tam tamına 40 yıl sonra, 2012 yılının gene Ağustos ayının ilk haftasında 12 Orgeneral ve Oramiralin de imzası olan Yüksek Askeri Şura kararları neticesinde emekliye sevk edildim.
Diğer bir deyişle, sahte delillere dayalı Balyoz komplosu sonucu, diğer 13 kıymetli Amiral ile birlikte, aynı zamanda silah arkadaşlarımız ve komutanlarımız olan YAŞ üyesi orgeneral ve oramirallerin onayı ile Tümamiral rütbesinde tasfiye edildim. Tasfiye edildiğimi, 18 aydır tutuklu bulunduğum Hasdal Cezaevinde televizyondan öğrendim.
Beni tasfiye veya emeklilikten daha çok yaralayan, Balyoz komplosunun bini aşkın maddi hata ve onlarca bilirkişi raporlarıyla ispat edilmiş olmasına rağmen, bu çıplak gerçeğin görülmemesi, masumiyetimizin savunulmaması ve tasfiyeye imzalarla onay verilmesi oldu.
Mustafa Kemal’in sadık bir denizcisi ve Amirali olarak Cumhuriyet Donanması ile dolu dolu geçen 40 yılın her gününden, yaptığım her görevden büyük haz ve onur duydum. Başarılardan ve başarısızlıklardan ayrı ayrı dersler çıkardım. Denizde gemi komutanı, komodor ve filo komutanı olarak değişik rütbelerde yaptığım tüm görevlerde gemimi ve gemilerimi her görev sonrası limana kazasız ve sapasağlam geri getirdim.  Bayrağımızı fırkateyn komutanı olarak yedi denizlerde dolaştırma onuruna sahip oldum. Yurt içi ve yurt dışında icra ettiğim tüm kara görevleri ve toplantılarda denizlerimizdeki hak ve çıkarlarımızı sonuna kadar savundum. Lekesiz ve tertemiz geçen yıllar sonunda 2004 yılında Amirallik ile onurlandırıldım.
Sadece ben değil, benimle beraber hukuk adına, hukuk katledilerek Hasdal, Maltepe, Hadımköy ve Silivri’de bu acıları aileleri ile beraber çeken ve sahte davalar sonucu tasfiye edilen çok kıymetli, seçkin, ulusal duruşu yüksek, Atatürk’ün rotasından en küçük bir sapma göstermeyecek  Deniz Kuvvetleri mensubu Amiral, subay ve astsubayların aslında tek suçu, Deniz Kuvvetlerine 90’lı yıllardan sonra tek kelime ile büyük sıçrama yaptıran üretken ve yaratıcı değerler arasında bulunmalarıydı.
Soğuk Savaş süresinde enerji toplayan ve bu enerjiyi Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük bir ivme ile açık denizlere çıkarak, dışa vuran Cumhuriyet Donanması’nı ne ekonomik krizler, ne de 1999 Gölcük depreminin yok edici enerjisi durdurabildi. Cumhuriyet Donanması özellikle 90’lı yıllardan itibaren tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde yükselmeye devam etti.
Türk Deniz Gücü’nün neler yapabileceği yakın tarihimizde saklıdır. Kıbrıs’a 1974 yılında, Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra, son 50 yıldır hiç savaşmamış olduğu halde Cumhuriyet Donanması, denizaşırı bir amfibi harekâtı başarabilmiştir. Bu başarının bir benzeri dünya deniz tarihinde yoktur. Ocak 1996’da yaşanan Kardak krizinde de Cumhuriyet Donanması, 12 saat içinde savaş konumuna geçebilmiş ve karşı tarafı caydırarak siyasi inisiyatifin Türkiye’ye geçmesini sağlamıştır.
Cumhuriyet Donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu yükseliş, 21’inci yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel emperyal kurgular ile şekillenmesine izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint Okyanusu’nda 2009 yılından itibaren sürekli savaş gemisi bulundurabilen,  kendi savaş gemisini, sensör ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa Kemal Atatürk ve ulusal güçten alan Türk Deniz Gücü’nün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da öte, Cumhuriyet Donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu. Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı bu görevi, emsalsiz başarılar ile sürdürebildi. Cumhuriyet Donanması, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, “Toprak Gemi” Anadolu’yu sırtında taşıyarak, “Mavi Vatan” denizlerimize yaklaştırmanın ve her ikisini buluşturmanın hayati sorumluluğunu üstlendi.
Aslında 21’inci yüzyılın başlangıcındaki Türk Deniz Kuvvetleri, Atatürk’ün hayalindeki denizci Türkiye’nin mükemmel bir eseriydi. Bu olağanüstü başarı çok göze batıyordu. 2008 yılından itibaren Deniz Kuvvetlerine maalesef kendi hükümetinin ve parlamentosunun gözleri önünde akla hayale gelmeyecek iftira ve yalanlara dayalı komplolar kuruldu.
Hasdal, Silivri, Hadımköy ve Maltepe’de bu tip komplolar sonucu rehin alınan bahriyeliler, aslında bu yükselişin gerçek sahibi seçkin neslin altın vardiyası idiler. Onlar deniz tarihimizin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarını aratmayacak bir baskının, Silivri Baskını’nın rehinleri olarakdeniz tarihimizde yerlerini aldılar.
Amerikalı Stratejist George Friedman’ın “Bir donanma gücü oluşturmak, gerekli teknolojiyi üretmek için değil, ama iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği için, nesiller alır” değerlendirmesi, 2008 ile 2011 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine karşı, tasfiye amaçlı acımasızca uygulanan asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk savaşlarının ana teması oldu.
Bu komploda önce propaganda medyası oluşturuldu. Müteakiben etki tabanlı, dış destekli asimetrik psikolojik harekât saldırıları, asimetrik hukuk savaşları ve her türlü yalan haberi ve iftirayı yayma cesaretini bulan neo liberal ve dinci medya terörü ile sürdürüldü. Özellikle 11 Şubat 2011 gecesi, Türk hukuk tarihine Silivri toplama kampının, “Auschwitz” tutuklamaları olarak geçti.  Savunma hakkı verilmeden 163 Amiral, general ve subayın dakikalar içinde tutuklanmasından sonra, sahte davalar bir kanser olarak büyüdü ve “hukuka saygılıyız” diyenleri de sahte deliller ile yutmaya devam etti.
Maalesef bu operasyonun perde arkasındaki makro hedeflerden en önemlisinin, Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel bir deniz gücü olmasının engellenmesi olduğunu sorumlu mevkide olanlar göremedi. Görmek istemedi.
1571 yılının İnebahtı deniz yenilgisinden sonra, Türklerin yaşadığı toprakların kaderini belirleyenlerin gizli tarihlerinde, Anadolu’nun denizcileşmesinin önlenmesi ve Türklerin denizlerden uzak tutulmasına yönelik yüksek bir hedef olduğunu görebilmek için, tarih doktorası yapmaya gerek yoktur.
21’inci yüzyıl başında yaşanan bu savaşın sonunda beklenen açık ve net hedef, Türkiye’nin denizcileşmesinin ve Cumhuriyet Donanması’nın bölgesel bir güç olmasının önlenmesidir. Bu süreçte sözde darbe suçu ya da akla ziyan diğer sahte suçlar ile yargılananlar Deniz Kuvvetleri’nin seçkin denizcileri değil, Türkiye’nin denizcileşmesinin ta kendisidir.
Unutulmamalıdır ki Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girmiş ve bedelini Kıbrıs, Girit ve Ege Adalarının tümünün kaybı ile ödemiştir. Daha kötüsü, donanmasızlık, Birinci Dünya Savaşında, Gelibolu’ya müttefiklerin aç kurtlar gibi saldırmasının yolunu açmıştır. Bu kez Türkler gene emperyal bir komplo sonucu 21’inci yüzyıla Amiralsiz giriyor. Muharip 48 Amiralinin 25’inin tutuklu olduğu ve 4 Ağustos 2012 YAŞ kararları ile 13’ünün acımazsıca tasfiye edildiği bir ortamda, başka söze gerek yoktur. Amiralsizlik ve ehliyetli denizci eksikliğinin ülkelerin başına neler açtığının en güzel örneği Fransız İhtilalinde yaşanmıştır. İhtilal tasfiyesinden 15 yıl içinde Fransız Donanması önce Akdeniz’den, sonra da
Atlantik’ten atılmıştır.
İlerde tarih kitapları, Türk deniz tarihinin bugünlerini anlatırken, bindiği dalı kesen Türkiye’nin durumunu açıklamakta zorlanacaktır. Gelecekte yazılacak bu kitaplardan birinde özgürlüklerimizin çalındığı bu günler sanırım şöyle anlatılacak:
2008 ile 2012 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine dünya deniz tarihinde örneği görülmemiş bir saldırı yapıldı. Bu saldırıda Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı hedef alındı. Kuvvet yapısına dokunulmadı. Bu saldırı ile moral ve komuta kontrol birliği çökertildi. Bu saldırıyı yapanlar, şüphesiz Türk Deniz Kuvvetlerinin emperyal yapının kontrolü dışında güçlendiğini, onun iradesi dışına çıktığını ve gelecekte Avrasya/Ortadoğu merkezli bir çatışmada ulusal çıkarları emperyal çıkarların önünde göreceğini tahmin etti. Zira tarihinde, sadece ulusal çıkarlara hizmet eden Cumhuriyet Donanması Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de Anadolu’nun deniz çıkarlarını sadece korumadı, aynı zamanda geliştirdi. Türklerin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.
Bu saldırı Osmanlı deniz tarihinde yaşanmış Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarından çok farklı oldu. Bu baskınlarda Türk Donanması müttefik düşmanlar tarafından yakılmış, Türklerin kendi içinden düşmana yardım eden ve Donanmayı iç cepheden çökertmeye çalışanlar olmamıştı.
21’inci yüzyıldaki baskın bu nedenle çok farklıydı. Zira baskını yapanlar; tetikçi olarak çalışan, sahte dijital belge üreten, sahte delil eken, yalan ve iftiralarla dolu fezlekeler düzenleyen, sahte haberler yaparak Deniz Kuvvetlerini, çete kuran, fuhuş, casusluk, şantaj  yapan, Amirallerine suikast planlayan suç şebekesi gibi gösteren ve bu masum vatanseverleri tasfiye edenler onların kendi silah arkadaşları, polisi, savcısı ve medyası yani kendi vatandaşları oldu. Ancak iç savaşlarda yaşanabilecek böyle bir durum, dünya tarihinde pek az gözlenir.
Bu kadar güçlü bir Donanmanın, Hükümeti’nin ve Parlamentosu’nun gözü önünde zayıflatılmasına, komplolar kurulmasına, moralinin çökertilmesine, denizde bir çatışma yaşansa en yetenekli denizcileri hapiste tutulduğu için kaybetme riski ciddi şekilde artmasına rağmen, yüzlerce seçkin denizcinin iddianamelerde yer alarak çoğunluğunun tutuklanmasına birçok stratejist ve analist anlam veremedi.
Ancak 2011’den sonra yaşananlar bu komplonun yüksek stratejisinin tasarlandığı emperyal yapının ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı. Onların düşünce yapısı son derece sade idi. Anadolu’nun stratejik baskı altında tutulması için önce Donanma yok edilmeli ya da dönüştürülmeliydi. Bunun için gemi batırmaya hiç de gerek yoktu. O gerekirse zaten akıllı füzeler ile kolayca yapılabilirdi.
O yıllarda acil yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç vardı. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) endüstriyel medeniyeti sürdürebilmek için 2030’a kadar altı tane yeni Suudi Arabistan’a ihtiyaç var diyordu. Petrol bitiyor nerede olursa olsun yeni kaynaklar bulunmalı, mevcutlar Irak ve Libya’da olduğu gibi küresel sermayenin kontrolüne alınmalı, diyen yüksek emperyal irade bu yolda önüne çıkanı ezmeliydi.
O yıllarda Doğu Akdeniz petrol ve gaz kaynıyordu, ancak Türk Donanması kendi alanlarını ve Kıbrıslı soydaşlarının gelecekteki çıkarlarını korumak uğruna bu alandaki faaliyetlere mani oluyordu. Daha da kötüsü Karadeniz’de beş sahildar ülkeyi de yanlarına alarak dünya denizlerinde örneği görülmeyen bir başarı ile başta BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtı olmak üzere çeşitli girişimlere liderlik ediyor ve Karadeniz’i dış dünyanın karmaşasından ve askeri rekabetinden uzak tutuyorlardı.
Bunların üzerine bir de Heybeliada isimli korveti yüzde 70 ulusal olanaklarla inşa etmediler mi? Emperyal okul ne diyordu? Anadolu denizci ve Atatürkçü olmamalı. Aksi takdirde Türkleri tutamazsınız. O halde söz konusu iki kavramın en çok geliştiği kurum olan Türk
Deniz Kuvvetlerinde emperyal çıkarlara karşı duran Amiral, subay ve astsubaylar ile potansiyel yetenek ve düşüncede olanlar yok edilmeliydi. Geri kalanlar da polis fezlekesi ve malum medyada fuhuşçu, suikastçı, şantajcı ya da pornocu olarak kapak olma tehdidi ile baskı altında tutulmalıydı.  Haksızlıklara ve oldubittilere karşı sesini çıkaran biri oldu mu, sahte bir e-posta ve dehşetli bir fezleke ile içeri
atılmalıydı
.”
Kitabı okumaya devam ediyorum. Bakın 2012 sonrasında neler olmuş:
Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ten ve Cumhuriyetin kurucu felsefesinden her gün uzaklaşmış. Devletin jeopolitik ve stratejik çıkarlarını koruma refleksi diye bir kavram kalmamış. Türklük, vatanseverlik ve Mehmetçik gibi kavramlarının yerini daha çok para puan, kontör, borsa endeksi, şimdi eğlence zamanı gibi kavramlar almış. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı yok edilerek her kavramın yandaşı ortaya çıkmış.
Gelelim denizlere, Doğu Akdeniz’de İsrail ve GKRY tarihinde yaşanmadığı kadar birbirlerine yakınlaşmış, Doğu Akdeniz’deki en büyük doğal gaz kaynaklarından birine erişmişler. Küresel sermaye ve enerji devleri bu duruma çok sevinmiş. Zira Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de haklarının olduğu sahalar dâhil Doğu Akdeniz’de o yıllarda 13 milyar varil petrol ile 21 trilyon m³ doğal gaz bulunduğu tahmin ediliyormuş.  Doğal gaz kapasitesi Hazar havzasının neredeyse üç katına yakınmış. 2011 yılında Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonrası pek çok Avrupa ülkesi nükleer santralleri kapama kararı verdiğinden, enerji açığının doğal gaz ile karşılanması kaçınılmaz olmuş. O nedenle Akdeniz kaynakları, Libya sonrası küresel sermayeye ilaç gibi gelmiş.”
Ünlü Romalı devlet adamı Çiçero şöyle diyor: “Bir ulus dış düşmanları ile baş edebilir. Fakat içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silahlarını ve âlemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur. Ulusun ruhunu çürütür.  Politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir
katil daha az korkuludur
.”
Bugün Türkiye’de etrafımız Çiçero’nun tarif ettiği hainlerle çevrilidir.  Ancak, Deniz Kuvvetleri içinde çıyan gibi yıllarca bugünleri bekleyen hainler kadar, bu hainlerle baş edemeyen, onlarla savaşı göze alamayan, savaşmayarak teslim olan ve böylece Cumhuriyet Donanması’na, onun değerlerine ve geçmişine ihanet edenler de artık en az onlar kadar geleceğimize zarar vermişlerdir.
82 yıl önce Kubilay’ın Menemen’de vatandaşların gözleri önünde katledildiği gibi, bugün Deniz Kuvvetlerinin yüzlerce emekli ve muvazzaf personeli Türk halkının, Türk denizcisinin ve silah arkadaşlarının gözleri önünde katlediliyor. Maalesef halkımız kan uykusunda.
Aslında katledilen Cumhuriyet, katledilen denizciliğimiz ve geleceğimiz. Kubilay’ın Menemen’de katli sonrasında durumu sessiz ve kayıtsızca izleyenlere şair Behçet Kemal Çağlar şöyle haykırmıştı: “Çıkmadı mı bu genci bir tek kurtaranınız, varmaz mıydı kalbiniz, akmaz mıydı kanınız, gövdeyi kan götürse demek ki razıydınız, ona nasıl kıydınız, ona nasıl kıydınız.”
Ben şimdi Türk halkına soruyorum. Balyoz ve diğer isimli sahte davalarda yargılanan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli askerlere, denizcilere, havacılara ve vatanseverlere nasıl kıydınız? Türkiye’nin denizcileşmesine ve geleceğinize kurulan tuzakları nasıl
görmediniz?  Sizlerin içinden gelen ve sizi koruyacak olan Ordu’nun, Donanma’nın ve Hava Kuvvetleri’nin sahte davalar ve iftiralar ile sindirilmesine nasıl göz yumdunuz.
Atatürk’e ve kurucu atalarımıza ihanetin ve neredeyse hakaretin liyakat olduğu bir dönemde, bedeni tutsak ama ruhu Mustafa Kemal’in Amirali olarak sonsuza dek hür kalacak olan ben Amiral Cem Gürdeniz, Cumhuriyet tarihimizin en karanlık günlerinin yaşandığı dönemde tutuklu kalıp, bir tasfiye sonucu emekliye sevk edilerek tertemiz üniformamım dışarıdaki çamur ve ihanet ile kirlenmesini önlediği için, talihime şükrediyorum. Dünyaya tekrar gelirsem gene Cumhuriyet Donanması’nda denizci, gene Mustafa Kemal’in Amirali olurdum.
Beni son 40 yılda yetiştiren, denizi ve denizciliği öğreten, devlet ve millet adına bana savaş gemilerimizin komutanlık, komodorluk ve filo komutanlıklarını emanet eden Mustafa Kemal’in gururu Cumhuriyet Donanması’ndan, tüm şehit ve gazilerimizden, 40 yılın sonunda helallik isterken, ben tüm varlığımla bu kutsal dönem içinde sarf ettiğim tüm emeklerimi ve yarattığım tüm katma değerleri Atatürk’ün Bahriyesi’ne helal ediyorum.
Tümamiral Cem Gürdeniz
4 Ağustos 2012 Hasdal