Annesi'nden Cem GÜRDENİZ'e;
36 sene once 43 yaşında vefat eden merhume Rahime Gürdeniz, 1972
senesinde Deniz lisesi'ne girdiği yıl oğlu Cem Gürdeniz'e liseye giriş
hediyesi olarak bu şiiri yazmıştır.
Gönlü vatan ve deniz sevgisiyle
dolu olan merhumenin vatan ve deniz temalı bir cok şiiri bulunmaktadır
BARBAROS’UN TORUNU
Geniş omuzlarının üstündeki başını
Daima dik tut oğlum
Sana emanet olan bu güzel hür vatanın
Etrafını çeviren, bu parlak coşkun deniz
Senindir oğlum senin….
Ataların bıraktı bu kutsal armağanı,
Kanın canın gitmeden sakın verme yarını
Bu mavi su senindir, bu sonsuz umman senin
Bayrağını koşturmak şimdi senin görevin,
Barbaros’u düşün de göğsün gururla dolsun
Ne mutlu sana oğlum, sen onun torunusun
1972 yılının Ağustos ayının ilk haftasında Deniz Lisesi öğrencisi olarak, 14
yaşında Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi-TCB’nin bir denizcisi oldum. Tam tamına
40 yıl sonra, 2012 yılının gene Ağustos ayının ilk haftasında 12 Orgeneral ve
Oramiralin de imzası olan Yüksek Askeri Şura kararları neticesinde emekliye
sevk edildim.
Diğer bir deyişle, sahte delillere dayalı Balyoz komplosu sonucu, diğer 13
kıymetli Amiral ile birlikte, aynı zamanda silah arkadaşlarımız ve
komutanlarımız olan YAŞ üyesi orgeneral ve oramirallerin onayı ile Tümamiral
rütbesinde tasfiye edildim. Tasfiye edildiğimi, 18 aydır tutuklu bulunduğum
Hasdal Cezaevinde televizyondan öğrendim.
Beni tasfiye veya emeklilikten daha çok yaralayan, Balyoz komplosunun bini
aşkın maddi hata ve onlarca bilirkişi raporlarıyla ispat edilmiş olmasına
rağmen, bu çıplak gerçeğin görülmemesi, masumiyetimizin savunulmaması ve
tasfiyeye imzalarla onay verilmesi oldu.
Mustafa Kemal’in sadık bir denizcisi ve Amirali olarak Cumhuriyet Donanması
ile dolu dolu geçen 40 yılın her gününden, yaptığım her görevden büyük haz ve
onur duydum. Başarılardan ve başarısızlıklardan ayrı ayrı dersler çıkardım.
Denizde gemi komutanı, komodor ve filo komutanı olarak değişik rütbelerde
yaptığım tüm görevlerde gemimi ve gemilerimi her görev sonrası limana kazasız
ve sapasağlam geri getirdim. Bayrağımızı fırkateyn komutanı olarak yedi
denizlerde dolaştırma onuruna sahip oldum. Yurt içi ve yurt dışında icra
ettiğim tüm kara görevleri ve toplantılarda denizlerimizdeki hak ve
çıkarlarımızı sonuna kadar savundum. Lekesiz ve tertemiz geçen yıllar sonunda
2004 yılında Amirallik ile onurlandırıldım.
Sadece ben değil, benimle beraber hukuk adına, hukuk katledilerek Hasdal,
Maltepe, Hadımköy ve Silivri’de bu acıları aileleri ile beraber çeken ve sahte
davalar sonucu tasfiye edilen çok kıymetli, seçkin, ulusal duruşu yüksek,
Atatürk’ün rotasından en küçük bir sapma göstermeyecek Deniz Kuvvetleri
mensubu Amiral, subay ve astsubayların aslında tek suçu, Deniz Kuvvetlerine
90’lı yıllardan sonra tek kelime ile büyük sıçrama yaptıran üretken ve yaratıcı
değerler arasında bulunmalarıydı.
Soğuk Savaş süresinde enerji toplayan ve bu enerjiyi Soğuk Savaş sonrası
dönemde büyük bir ivme ile açık denizlere çıkarak, dışa vuran Cumhuriyet
Donanması’nı ne ekonomik krizler, ne de 1999 Gölcük depreminin yok edici
enerjisi durdurabildi. Cumhuriyet Donanması özellikle 90’lı yıllardan itibaren
tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde yükselmeye devam etti.
Türk Deniz Gücü’nün neler yapabileceği yakın tarihimizde saklıdır. Kıbrıs’a
1974 yılında, Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra, son 50 yıldır hiç
savaşmamış olduğu halde Cumhuriyet Donanması, denizaşırı bir amfibi harekâtı
başarabilmiştir. Bu başarının bir benzeri dünya deniz tarihinde yoktur. Ocak
1996’da yaşanan Kardak krizinde de Cumhuriyet Donanması, 12 saat içinde savaş
konumuna geçebilmiş ve karşı tarafı caydırarak siyasi inisiyatifin Türkiye’ye
geçmesini sağlamıştır.
Cumhuriyet Donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu yükseliş,
21’inci yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel emperyal kurgular
ile şekillenmesine izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint Okyanusu’nda 2009
yılından itibaren sürekli savaş gemisi bulundurabilen, kendi savaş
gemisini, sensör ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa Kemal Atatürk
ve ulusal güçten alan Türk Deniz Gücü’nün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da
öte, Cumhuriyet Donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı bu görevi, emsalsiz başarılar ile
sürdürebildi. Cumhuriyet Donanması, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, “Toprak
Gemi” Anadolu’yu sırtında taşıyarak, “Mavi Vatan” denizlerimize
yaklaştırmanın ve her ikisini buluşturmanın hayati sorumluluğunu üstlendi.
Aslında 21’inci yüzyılın başlangıcındaki Türk Deniz Kuvvetleri, Atatürk’ün
hayalindeki denizci Türkiye’nin mükemmel bir eseriydi. Bu olağanüstü başarı çok
göze batıyordu. 2008 yılından itibaren Deniz Kuvvetlerine maalesef kendi
hükümetinin ve parlamentosunun gözleri önünde akla hayale gelmeyecek iftira ve
yalanlara dayalı komplolar kuruldu.
Hasdal, Silivri, Hadımköy ve Maltepe’de bu tip komplolar sonucu rehin alınan
bahriyeliler, aslında bu yükselişin gerçek sahibi seçkin neslin altın vardiyası
idiler. Onlar deniz tarihimizin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarını
aratmayacak bir baskının, Silivri Baskını’nın rehinleri olarakdeniz tarihimizde
yerlerini aldılar.
Amerikalı Stratejist George Friedman’ın “Bir donanma gücü oluşturmak,
gerekli teknolojiyi üretmek için değil, ama iyi amiraller ortaya çıkaran
birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği için, nesiller alır” değerlendirmesi,
2008 ile 2011 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine karşı, tasfiye amaçlı
acımasızca uygulanan asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk savaşlarının ana
teması oldu.
Bu komploda önce propaganda medyası oluşturuldu. Müteakiben etki tabanlı,
dış destekli asimetrik psikolojik harekât saldırıları, asimetrik hukuk
savaşları ve her türlü yalan haberi ve iftirayı yayma cesaretini bulan neo
liberal ve dinci medya terörü ile sürdürüldü. Özellikle 11 Şubat 2011 gecesi,
Türk hukuk tarihine Silivri toplama kampının, “Auschwitz”
tutuklamaları olarak geçti. Savunma hakkı verilmeden 163 Amiral, general
ve subayın dakikalar içinde tutuklanmasından sonra, sahte davalar bir kanser
olarak büyüdü ve “hukuka saygılıyız” diyenleri de sahte deliller ile
yutmaya devam etti.
Maalesef bu operasyonun perde arkasındaki makro hedeflerden en önemlisinin,
Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel bir deniz gücü olmasının
engellenmesi olduğunu sorumlu mevkide olanlar göremedi. Görmek istemedi.
1571 yılının İnebahtı deniz yenilgisinden sonra, Türklerin yaşadığı
toprakların kaderini belirleyenlerin gizli tarihlerinde, Anadolu’nun
denizcileşmesinin önlenmesi ve Türklerin denizlerden uzak tutulmasına yönelik
yüksek bir hedef olduğunu görebilmek için, tarih doktorası yapmaya gerek
yoktur.
21’inci yüzyıl başında yaşanan bu savaşın sonunda beklenen açık ve net
hedef, Türkiye’nin denizcileşmesinin ve Cumhuriyet Donanması’nın bölgesel bir
güç olmasının önlenmesidir. Bu süreçte sözde darbe suçu ya da akla ziyan diğer
sahte suçlar ile yargılananlar Deniz Kuvvetleri’nin seçkin denizcileri değil,
Türkiye’nin denizcileşmesinin ta kendisidir.
Unutulmamalıdır ki Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girmiş ve bedelini
Kıbrıs, Girit ve Ege Adalarının tümünün kaybı ile ödemiştir. Daha kötüsü,
donanmasızlık, Birinci Dünya Savaşında, Gelibolu’ya müttefiklerin aç kurtlar
gibi saldırmasının yolunu açmıştır. Bu kez Türkler gene emperyal bir komplo
sonucu 21’inci yüzyıla Amiralsiz giriyor. Muharip 48 Amiralinin 25’inin tutuklu
olduğu ve 4 Ağustos 2012 YAŞ kararları ile 13’ünün acımazsıca tasfiye edildiği
bir ortamda, başka söze gerek yoktur. Amiralsizlik ve ehliyetli denizci
eksikliğinin ülkelerin başına neler açtığının en güzel örneği Fransız
İhtilalinde yaşanmıştır. İhtilal tasfiyesinden 15 yıl içinde Fransız Donanması
önce Akdeniz’den, sonra da
Atlantik’ten atılmıştır.
İlerde tarih kitapları, Türk deniz tarihinin bugünlerini anlatırken, bindiği
dalı kesen Türkiye’nin durumunu açıklamakta zorlanacaktır. Gelecekte yazılacak
bu kitaplardan birinde özgürlüklerimizin çalındığı bu günler sanırım şöyle
anlatılacak:
“2008 ile 2012 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine dünya deniz
tarihinde örneği görülmemiş bir saldırı yapıldı. Bu saldırıda Deniz
Kuvvetlerinin komuta yapısı hedef alındı. Kuvvet yapısına dokunulmadı. Bu
saldırı ile moral ve komuta kontrol birliği çökertildi. Bu saldırıyı yapanlar,
şüphesiz Türk Deniz Kuvvetlerinin emperyal yapının kontrolü dışında
güçlendiğini, onun iradesi dışına çıktığını ve gelecekte Avrasya/Ortadoğu
merkezli bir çatışmada ulusal çıkarları emperyal çıkarların önünde göreceğini
tahmin etti. Zira tarihinde, sadece ulusal çıkarlara hizmet eden Cumhuriyet
Donanması Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de Anadolu’nun deniz çıkarlarını sadece
korumadı, aynı zamanda geliştirdi. Türklerin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.
Bu saldırı Osmanlı deniz tarihinde yaşanmış Çeşme, Navarin ve Sinop
baskınlarından çok farklı oldu. Bu baskınlarda Türk Donanması müttefik
düşmanlar tarafından yakılmış, Türklerin kendi içinden düşmana yardım eden ve
Donanmayı iç cepheden çökertmeye çalışanlar olmamıştı.
21’inci yüzyıldaki baskın bu nedenle çok farklıydı. Zira baskını
yapanlar; tetikçi olarak çalışan, sahte dijital belge üreten, sahte delil eken,
yalan ve iftiralarla dolu fezlekeler düzenleyen, sahte haberler yaparak Deniz
Kuvvetlerini, çete kuran, fuhuş, casusluk, şantaj yapan, Amirallerine
suikast planlayan suç şebekesi gibi gösteren ve bu masum vatanseverleri tasfiye
edenler onların kendi silah arkadaşları, polisi, savcısı ve medyası yani kendi
vatandaşları oldu. Ancak iç savaşlarda yaşanabilecek böyle bir durum, dünya
tarihinde pek az gözlenir.
Bu kadar güçlü bir Donanmanın, Hükümeti’nin ve Parlamentosu’nun gözü
önünde zayıflatılmasına, komplolar kurulmasına, moralinin çökertilmesine,
denizde bir çatışma yaşansa en yetenekli denizcileri hapiste tutulduğu için
kaybetme riski ciddi şekilde artmasına rağmen, yüzlerce seçkin denizcinin
iddianamelerde yer alarak çoğunluğunun tutuklanmasına birçok stratejist ve
analist anlam veremedi.
Ancak 2011’den sonra yaşananlar bu komplonun yüksek stratejisinin
tasarlandığı emperyal yapının ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı. Onların
düşünce yapısı son derece sade idi. Anadolu’nun stratejik baskı altında
tutulması için önce Donanma yok edilmeli ya da dönüştürülmeliydi. Bunun
için gemi batırmaya hiç de gerek yoktu. O gerekirse zaten akıllı füzeler ile
kolayca yapılabilirdi.
O yıllarda acil yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç vardı. Uluslararası
Enerji Ajansı (IEA) endüstriyel medeniyeti sürdürebilmek için 2030’a kadar altı
tane yeni Suudi Arabistan’a ihtiyaç var diyordu. Petrol bitiyor nerede olursa
olsun yeni kaynaklar bulunmalı, mevcutlar Irak ve Libya’da olduğu gibi küresel
sermayenin kontrolüne alınmalı, diyen yüksek emperyal irade bu yolda önüne
çıkanı ezmeliydi.
O yıllarda Doğu Akdeniz petrol ve gaz kaynıyordu, ancak Türk
Donanması kendi alanlarını ve Kıbrıslı soydaşlarının gelecekteki çıkarlarını
korumak uğruna bu alandaki faaliyetlere mani oluyordu. Daha da kötüsü
Karadeniz’de beş sahildar ülkeyi de yanlarına alarak dünya denizlerinde örneği
görülmeyen bir başarı ile başta BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtı olmak
üzere çeşitli girişimlere liderlik ediyor ve Karadeniz’i dış dünyanın
karmaşasından ve askeri rekabetinden uzak tutuyorlardı.
Bunların üzerine bir de Heybeliada isimli korveti yüzde 70 ulusal
olanaklarla inşa etmediler mi? Emperyal okul ne diyordu? Anadolu denizci ve
Atatürkçü olmamalı. Aksi takdirde Türkleri tutamazsınız. O halde söz konusu iki
kavramın en çok geliştiği kurum olan Türk
Deniz Kuvvetlerinde emperyal çıkarlara karşı duran Amiral, subay ve astsubaylar
ile potansiyel yetenek ve düşüncede olanlar yok edilmeliydi. Geri kalanlar da
polis fezlekesi ve malum medyada fuhuşçu, suikastçı, şantajcı ya da pornocu
olarak kapak olma tehdidi ile baskı altında tutulmalıydı. Haksızlıklara
ve oldubittilere karşı sesini çıkaran biri oldu mu, sahte bir e-posta ve
dehşetli bir fezleke ile içeri
atılmalıydı.”
Kitabı okumaya devam ediyorum. Bakın 2012 sonrasında neler olmuş:
“Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ten ve Cumhuriyetin kurucu felsefesinden
her gün uzaklaşmış. Devletin jeopolitik ve stratejik çıkarlarını koruma
refleksi diye bir kavram kalmamış. Türklük, vatanseverlik ve Mehmetçik gibi
kavramlarının yerini daha çok para puan, kontör, borsa endeksi, şimdi eğlence
zamanı gibi kavramlar almış. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, yargının
bağımsızlığı ve tarafsızlığı yok edilerek her kavramın yandaşı ortaya çıkmış.
Gelelim denizlere, Doğu Akdeniz’de İsrail ve GKRY tarihinde yaşanmadığı
kadar birbirlerine yakınlaşmış, Doğu Akdeniz’deki en büyük doğal gaz
kaynaklarından birine erişmişler. Küresel sermaye ve enerji devleri bu duruma
çok sevinmiş. Zira Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de
haklarının olduğu sahalar dâhil Doğu Akdeniz’de o yıllarda 13 milyar varil
petrol ile 21 trilyon m³ doğal gaz bulunduğu tahmin ediliyormuş. Doğal
gaz kapasitesi Hazar havzasının neredeyse üç katına yakınmış. 2011 yılında
Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonrası pek çok Avrupa ülkesi
nükleer santralleri kapama kararı verdiğinden, enerji açığının doğal gaz ile
karşılanması kaçınılmaz olmuş. O nedenle Akdeniz kaynakları, Libya sonrası
küresel sermayeye ilaç gibi gelmiş.”
Ünlü Romalı devlet adamı Çiçero şöyle diyor: “Bir ulus dış düşmanları
ile baş edebilir. Fakat içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi
olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silahlarını ve âlemlerini açıkta
taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez,
kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve bütün
kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında
duyulur. Ulusun ruhunu çürütür. Politik yapıya her türlü hastalık
bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir
katil daha az korkuludur.”
Bugün Türkiye’de etrafımız Çiçero’nun tarif ettiği hainlerle
çevrilidir. Ancak, Deniz Kuvvetleri içinde çıyan gibi yıllarca bugünleri
bekleyen hainler kadar, bu hainlerle baş edemeyen, onlarla savaşı göze
alamayan, savaşmayarak teslim olan ve böylece Cumhuriyet Donanması’na, onun
değerlerine ve geçmişine ihanet edenler de artık en az onlar kadar geleceğimize
zarar vermişlerdir.
82 yıl önce Kubilay’ın Menemen’de vatandaşların gözleri önünde katledildiği
gibi, bugün Deniz Kuvvetlerinin yüzlerce emekli ve muvazzaf personeli Türk
halkının, Türk denizcisinin ve silah arkadaşlarının gözleri önünde
katlediliyor. Maalesef halkımız kan uykusunda.
Aslında katledilen Cumhuriyet, katledilen denizciliğimiz ve geleceğimiz.
Kubilay’ın Menemen’de katli sonrasında durumu sessiz ve kayıtsızca izleyenlere
şair Behçet Kemal Çağlar şöyle haykırmıştı: “Çıkmadı mı bu genci bir tek
kurtaranınız, varmaz mıydı kalbiniz, akmaz mıydı kanınız, gövdeyi kan
götürse demek ki razıydınız, ona nasıl kıydınız, ona nasıl kıydınız.”
Ben şimdi Türk halkına soruyorum. Balyoz ve diğer isimli sahte davalarda
yargılanan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli
askerlere, denizcilere, havacılara ve vatanseverlere nasıl kıydınız?
Türkiye’nin denizcileşmesine ve geleceğinize kurulan tuzakları nasıl
görmediniz? Sizlerin içinden gelen ve sizi koruyacak olan Ordu’nun,
Donanma’nın ve Hava Kuvvetleri’nin sahte davalar ve iftiralar ile
sindirilmesine nasıl göz yumdunuz.
Atatürk’e ve kurucu atalarımıza ihanetin ve neredeyse hakaretin liyakat
olduğu bir dönemde, bedeni tutsak ama ruhu Mustafa Kemal’in Amirali olarak
sonsuza dek hür kalacak olan ben Amiral Cem Gürdeniz, Cumhuriyet
tarihimizin en karanlık günlerinin yaşandığı dönemde tutuklu kalıp, bir tasfiye
sonucu emekliye sevk edilerek tertemiz üniformamım dışarıdaki çamur ve ihanet
ile kirlenmesini önlediği için, talihime şükrediyorum. Dünyaya tekrar gelirsem
gene Cumhuriyet Donanması’nda denizci, gene Mustafa Kemal’in Amirali olurdum.
Beni son 40 yılda yetiştiren, denizi ve denizciliği öğreten, devlet ve
millet adına bana savaş gemilerimizin komutanlık, komodorluk ve filo
komutanlıklarını emanet eden Mustafa Kemal’in gururu Cumhuriyet Donanması’ndan,
tüm şehit ve gazilerimizden, 40 yılın sonunda helallik isterken, ben tüm
varlığımla bu kutsal dönem içinde sarf ettiğim tüm emeklerimi ve yarattığım tüm
katma değerleri Atatürk’ün Bahriyesi’ne helal ediyorum.
Tümamiral
Cem Gürdeniz
4
Ağustos 2012 Hasdal